
Hukukun Üstünlüğü mü, Üstünlerin Hukuku mu?
Uygarlık tarihi, iktidarın keyfiliği ile hukukun düzeni arasındaki sonsuz bir mücadeleye sahne olmuştur. Bu kadim çekişme, hukuku modern siyasetin en kritik sınır çizgisi haline getirir: Özgürlüğün garantörü mü, yoksa iktidarın son kalesi? Cevaplanması gereken asıl soru hukukun bu ikili doğasının nihayetinde hangi tarafa hizmet ettiğidir.
Alman hukukçu Carl Schmitt bu gerilimin özünü “Egemen, olağanüstü hale karar verendir” sözüyle formüle eder. Schmitt’in bu çarpıcı tespiti hukukun asıl sınavını normal zamanlarda değil kriz anlarında verdiğini gösterir. Egemenin hukuku askıya alma yetkisini elinde tuttuğu bir dünyada hukukun üstünlüğü ilkesi hangi anlamı taşır?
Yasalar iktidarı sınırlandıran bir çerçeve olmaktan çıkıp onun meşruiyet aracına dönüşür mü?
Montesquieu'nün kuvvetler ayrılığı ilkesi bu sorgulamaya bir yanıt niteliği taşır. Bu ilke iktidarın doğasında bulunan genişleme eğilimini onu kendi kendisinin freni haline getirerek dizginlemeyi amaçlar. Yargı bağımsızlığı bu fren sisteminin can damarıdır.
Bağımsız bir yargı yürütmenin siyasi iradesinin değil hukukun evrensel dilinin yorumcusu olmak zorundadır.
Bu yorumun kalitesi bir toplumun hukuk medeniyetini belirler. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gibi ulusüstü yargı mercileri ulusal yasallığı evrensel bir meşruiyet sınavına tabi tutar. Bir devletin iç hukuku teknik olarak kusursuz olsa dahi, temel hakları ihlal ettiği gerekçesiyle bu sınavdan geçemeyebilir. Bu durum hukukun üstünlüğünün yalnızca ulusal bir mesele olmaktan çıkıp insan onuruyla ölçülen
küresel bir standart olduğunu gösterir.
Dolayısıyla hukukun üstünlüğü bir anayasa metninin statik bir maddesi olmaktan ziyade toplumun tüm katmanlarında sürekli yeniden üretilen dinamik bir uzlaşıdır. Onun gerçek teminatı, yasa koyucuların metinlerinde değil yargıçların cesaretinde, medyanın tarafsız gözünde ve vatandaşın ısrarlı adalet talebinde yatar.
Son söz yerine cevabı okuyucuya bırakan bir soru: Hukuk, iktidarı dizginleyen bir çerçeve mi yoksa iktidarın kendi meşruiyetini işlediği bir kumaş mı? Cevap hepimizin bu soruya verdiği kolektif yanıtta şekillenir.
NL
Heerschappij van het recht of het recht van de machtigen?
De geschiedenis van de beschaving is een eindeloze strijd geweest tussen de willekeur van de macht en de orde van het recht. Dit eeuwenoude conflict maakt het recht tot de meest kritieke grenslijn van de moderne politiek: is het de waarborg van vrijheid, of het laatste bolwerk van de macht? De fundamentele vraag die beantwoord moet worden, is aan welke kant deze dubbele aard van het recht uiteindelijk dienstbaar is.
De Duitse jurist Carl Schmitt vatte deze spanning kernachtig samen met de woorden: “Soeverein is hij die beslist over de uitzonderingstoestand.” Deze scherpe observatie maakt duidelijk dat het recht zijn echte toets niet in normale tijden doorstaat, maar in crisissituaties. In een wereld waarin de soeverein de macht bezit om het recht op te schorten, welke betekenis heeft dan nog het beginsel van de rechtsstaat?
Worden wetten een kader dat de macht begrenst, of verworden zij tot een middel om haar te legitimeren?
Het principe van de scheiding der machten van Montesquieu biedt een antwoord op deze vraag. Dit principe wil de expansiedrang die in de aard van de macht ligt, beteugelen door de macht haar eigen rem te laten zijn. De onafhankelijkheid van de rechterlijke macht vormt de levensader van dit remsysteem. Een onafhankelijke rechter moet niet de politieke wil van de uitvoerende macht volgen, maar de universele taal van het recht interpreteren.
De kwaliteit van die interpretatie bepaalt de juridische beschaving van een samenleving. Supranationale rechtsinstanties zoals het Europees Hof voor de Rechten van de Mens (EHRM) onderwerpen de nationale wettelijkheid aan een universele toets van legitimiteit. Zelfs als een nationale rechtsorde technisch perfect is, kan zij toch falen wanneer zij fundamentele rechten schendt. Dit toont aan dat de rechtsstaat niet enkel een nationale aangelegenheid is, maar een mondiale standaard die wordt gemeten aan de waardigheid van de mens.
De rechtsstaat is daarom geen statisch artikel in een grondwet, maar een dynamisch compromis dat voortdurend in alle lagen van de samenleving opnieuw wordt geproduceerd. Haar echte waarborg ligt niet in de teksten van wetgevers, maar in de moed van rechters, de onafhankelijke blik van de media en de volhardende roep om gerechtigheid van burgers.
Als slot blijft er een vraag aan de lezer: is het recht een kader dat de macht in toom houdt, of een weefsel waarin de macht haar eigen legitimiteit inwerkt? Het antwoord krijgt vorm in ons gezamenlijke antwoord op deze vraag.